Orta Avrupa Turu

“Orta Avrupa Gezi Yazısı”
Kansav Arslan

Tempo Tur ile yıllardır Tur Lideri olarak görev yaparak hem gezdiğim, hem de binlerce kişiyi gezdirdiğim Orta Avrupa şehirlerinden en beğendiklerim; Budapeşte, Viyana ve Prag’da gezilecek yerler o
kadar çok ki, belki de bu gezinin en güzel tarafı da; tadı damağınızda kalan, güzelliklere doyamadan biten bir gezi olmasıdır. Her ne kadar gez gez bitmez güzellikler ile dolu şehirler olmalarına rağmen, sizlerle en önemli semtler, tarihi yapılar hakkında bilgilerimi paylaşmak istiyorum.


BUDAPEŞTE
“TUNA’NIN İNCİSİ”

Türkülerimizde ve
destanlarımızda adını sıkça duyduğumuz efsanevi Tuna nehrinin kıyısına
kurulmuş, “Pearl of Danube” yani “Tuna’nın İncisi” olarak anılan kent Budapeşte’ye
hoş geldiniz! Şehir; zengin tarihi mirası, doğal güzellikleri ve kaplıcaları
ile gerçekten gezilip görülmeye değer. Gerek tarihi mirası, gerek doğal
güzellikleri, gerekse şifalı kaplıcalarıyla herkese keyifli vakit geçirme
imkânı sunmaktadır.
Budapeşte, Tuna’nın
kıyısında güzel bir Orta Avrupa şehridir. Tuna nehri kıyısında Buda ve Peşte
olmak üzere iki kısımdan oluşur. Nehir üzerinde, bu iki kısmı birleştiren
köprüler bulunmaktadır. Bu köprüler şehrin iki yakasını bütünleştirir. Budapeşte’nin
güzelliğine güzellik katar. Peşte oldukça düz, Buda -Osmanlılar Budin demiştir-
ise daha dağlık bir arazi yapısına sahiptir. Pek çok tarihi kentte olduğu gibi
eski şehir dağlık kısımda, yeni şehir ise düzlük kesimde bulunur. Eskiden
şehirler, savunmaya elverişliliği nedeniyle dağlık kesimlere kurulurmuş.
Nitekim bugün İstanbul, Bursa, Ankara gibi büyük şehirlerimizi incelediğimizde
de, şehrin tarihi kısmının hep yüksekçe bir bölgede yer aldığını ve çevresinin
surlarla çevrili olduğunu görürüz. Modern kesimleri ise yüksek kesimlerde yer
kalmadığı için düzlük alana yayılmıştır. 
Mimarî ve heykel sanatları bakımından
Avrupa’daki bütün sanat akımlarının izlerini Budapeşte’de bulmak mümkündür.
İlkçağ, ortaçağ, gotik ve Rönesans mimarisi; hepsine örnekler mevcuttur.
Budapeşte oldukça büyük bir
şehir olduğundan şehri bir çırpıda gezebilmek pek mümkün değildir. Ben aman
aman tarih meraklısı değilim, öyle alışveriş tutkumda yok, gittiğim şehrin
doğal güzelliklerini keşfetmekten ve manzara seyretmekten hoşlanıyorum
diyorsanız o zaman ilk durağınız kesinlikle Tuna kıyısı olmalı. Sessiz ve
derinden akan Tuna üzerine kurulmuş köprüler, görkemli Parlamento Binası,
Gellert Tepesi ve Tuna üzerine yerleşmiş yeşil Margit Adası harika bir
kompozisyon oluşturuyor. Ayrıca burası gün batarken güneşin veda eden kızıllığında
enfes bir görünüme sahip oluyor. Tuna’nın yeşil mavi suyu kızıla bulanırken
gökyüzü morumsu renklere boyanır. Tuna kıyısı bu haliyle ressam elinden çıkmış
gibidir. Havanın kararmasıyla birlikte aydınlatma sistemleri devreye girer.
Işıkların yanmasıyla oluşan manzara romantizmin kenti olarak bilinen Venedik’i bile
aratmayacak kadar romantiktir.
Budapeşte’ye oldukça yakın pek çok turistik
mekân var burada ve bu yerlere düzenlenen günübirlik turlar. Visegrad Kalesi,
Estergon Kalesi, Sentendre bu alternatifler arasında bulunuyor.   

BUDAPEŞTE TUNA KIYISI

Avrupa’nın tarihine bazen çağlayarak, bazen
de sessizce süzülerek tanıklık etmiş olan Tuna’nın tarihi çok eskilere dayanır.
Birçok efsaneye konu olmuş bu yaşlı nehre “Avrupa’daki nehirlerin kraliçesi”
denmiştir.
Tuna nehrinin Osmanlı tarihinde de önemli bir
yeri vardır. Özellikle Osmanlı-Macaristan savaşlarında Tuna iki tarafın da
kanlarıyla beslenmiştir. Bir yanda Avrupa orduları, bir yanda Osmanlılar Tuna
kıyılarında savaştılar, kanlarını Tuna’ya akıttılar. Bu yüzden; bir zamanlar
kanlı akardı Tuna diye türküler yakılmış.
Tarihimizde ve kültürümüzde derin izler
bırakmış Avusturya-Macaristan ve Osmanlı arasındaki savaşların izlerini
türkülerimizde açık ve net biçimde görmekteyiz. “Tuna Nehri Akmam” türküsü de
onlardan biridir:
“Tuna nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam
diyor. / Şanı büyük Osman Paşa / Plevne`den çıkmam diyor.”

Türkünün sadece bir dörtlüğü
bile kanımızı kaynatmaya yetiyor. Ayrıca türkünün ezgisini duymadan bile sözün
altındaki püfür püfür Balkan havasını hissedebiliyor ezgisini yüreklerimizde
duyabiliyoruz.
Sadece savaşlar, kahramanlıklar mı
türkülerimize konu olan Tuna hakkında? Elbette değil. Tuna boyunda göçmen kıza
âşık olan delikanlının yakarışı ile göçmen kızın kimsesizliğinin hüznünü buram
buram hissettiren türkü bugün hala yüreklerimizi sızlatıyor:
“Ben
bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda

Elinde bir besili kuzu hem kucağında

Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır

Ne annem var ne babam var kalmışım öksüz

Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni

Alayımda gurbet elde sarayım seni”


Tuna nehrinden bahsettikten
sonra, nehir çevresinde gezebileceğimiz yerleri inceleyelim. Ancak Tuna
çevresindeki yapıları tek tek incelemeden önce genel resmi görmek ve Tuna’ın
mavi-yeşil sularında keyifle salınmak isteyenler için tekne turları olduğunu
belirtmekte fayda var. Bu turlara katılabilir ve Tuna’yı, kendi içinden
kucaklayıp keyifle seyredebilirsiniz.


BUDAPEŞTE, PARLAMENTO BİNASI

            Macar Parlamento Binası, Tuna kıyısında heybetli ve özgün mimarisiyle hemen dikkatleri üzerinde toplamaktadır. Ayrıca dünyanın en büyük yasama binalarından biridir. Bu özgünlüğü onu Macaristan deyince ilk akla gelen öğeler arasına sokmaktadır. Macarlar için bir tanıtıcı unsur halini almıştır. Öyle ki her şehir tek bir binayla sembolize edilecek olsa Budapeşte için bu sembol büyük olasılıkla Parlamento Binası olacaktır.

            Parlamento binasının inşaatına 1885’te başlanmış, 1904’te sona erdirilmiştir. Binanın yapımında ortalama bin işçi çalışmış, kırk milyon tuğla, yarım milyon çok kıymetli taş ve kırk kilogram altın kullanılmıştır. Bu kadar değerli taş ve madenle süslenmiş Parlamento Binası yeni olmasına rağmen mimarisi gotik tarzdadır. Mimarisinin gotik tarzda olması itibariyle 14. ya da 15. yüzyıldan geliyormuş izlenimi vermektedir. Bu heybetli ve ihtişamlı yapının tarihi çok eskilere dayanıyor olmasa da özel mimarisi, süslemeleri ve heykelleriyle öncelikle Macar sanatı olmakla birlikte Macar tarihini de yansıtmaktadır.

            Yüzünü Tuna’ya çevirmiş dalgın dalgın bakan ihtişamlı bir kraliçe gibi duran binanın resmi girişi şehirden yanadır. Yapının içinde ve dışında toplam iki yüz kırk iki adet heykel bulunmaktadır. Bu heykeller Macar hükümdarlar, Transilvanyalı liderler, ünlü askerler gibi şahsiyetlere aittir. Pencerelerin üzerinde ise kralların, lordların ve düklerin armaları sergilenmektedir.

İç dekorasyon için en iyi çağdaş sanatçılar davet edilmiştir. İhtişamlı ana merdivenlerin üzerindeki tavan freskleri Kroly Lotz’a heykeller de György Kiss’e aittir.


          
     
     

BUDAPEŞTE, KÖPRÜLER:
ZİNCİRLİ KÖPRÜ, ELİZABET KÖPRÜSÜ

Budapeşte’de Tuna nehri üzerine inci gibi
dizilmiş birçok köprü vardır. Bu köprülerin hepsi gerçekten mimari yönleri
güçlü yapılardır. Ancak köprülerden iki tanesi daha ön plana çıkmakta adeta Budapeşte’nin
sembolleri haline gelmektedirler.
Zincirli Köprü, Budapeşte’nin
turistleri en çok etkileyen köprüsüdür. Köprünün özellikle geceleyin
ışıklandırılmış görüntüsü büyüleyicidir.

Budapeşte’de rehberlik yaparken “Kansav, sen en çok nereyi beğeniyorsun ?” diye
soranlara… Tuna nehrinde tekne turu ile gezerken “gece manzasanın” dünyada eşi
benzeri olmayan bir güzellikte olduğu, cevabını veriyorum.  Zincirli Köprü; fotoğraflarda ve filmlerden arka
planda ihtişamlı Buda Kalesi’yle birlikte geceleyin ışıklandırılmış ve sudaki
yansımasıyla bütünleşmiş haliyle nefes kesici bir manzarayla karşımıza çıkmaktadır.
Fotoğraflarda ve filmlerde bu kadar etkileyici olan bu manzarayı bizzat
Budapeşte’de seyretmek çok daha etkileyici ve keyiflidir.  Kont Istvan Szechenyi köprünün hamiliğini
üstlenmiş, köprünün dizaynı için Tierney Clark’ı, inşaatı için mühendis olarak
Adam Clark’ı tutmuştur. Köprü 1839-1849 yılları arasında inşa edilmiş ne yazık
ki II. Dünya Savaşında Alman yıkımından kurtulamamıştır. 100. yılının anısına 1949’da
yeniden inşa edilmiş Budapeşte’ye bugün herkesin hayranlıkla izlediği bu güzel
bir manzarayı katmıştır
Elizabet Köprüsü, inşa edildiği yıl(1903)
dünyanın en uzun asma köprüsü idi. 1926’ya kadar da dünyanın en uzun asma köprüsü
olma unvanını korumuştur. Köprünün o zamanki tam uzunluğu 379 m, Tuna’nın birleştirdiği
iki yakası arasındaki mesafe ise 290
m
idi. Köprünün adı İmparator Franz Josep’in eşi
Macaristan’ın azize kraliçesi Elizabet’ten gelir. Viyana’da marka haline
gelmiş, her yerinde karşımıza çıkan “Sisi” lakaplı güzel ve bahtsız kraliçenin
adını taşıyan bu köprü de Tuna’nın bir diğer incisidir.
Köprünün orijinali, II. Dünya Savaşı’nın
yıkımında kurtulamamış 1945’te Alman askerleri tarafından havaya uçurulmuştur.
Yeni köprü Pal Savoly tarafından tasarlanmış 1964’te inşa edilmiştir.


BUDAPEŞTE, GELLERT
TEPESİ VE ANITI; ÖZGÜRLÜK ANITI

Gellert Tepesi, Kale bölgesinin güneyinde
kalır. Gellert Anıtı, özellikle Elizabeth köprüsünden harika görünür. Özgürlük
Anıtı ise Gellert Tepesinin zirvesinde yer aldığı için de şehrin hemen hemen her
yanından görülebilmektedir.
Gellert Tepesi uzun süre boyunca sevilen bir
yer değildi hatta lanetli sayılmaktaydı çünkü 11. yüzyılda Kral Istvan’ın
kardeşi olan Prens Vata’nın burada başlattığı putperest isyanı, Piskopos Gellert’in
ölümüyle sonuçlanmıştı. 
            Gellert Anıtı, inanışa göre 11. yüzyılda Piskopos
Gellert’in öldürüldüğü yerde inşa edilmiştir. Rivayete göre, piskopos Hıristiyanlığa
geçmeyi kabul etmeyen bir grup tarafından bir fıçının içine konarak acımasızca Tuna’ya
yuvarlanmıştır. Aziz Gellert, adına yapılmış anıtındaki tasvirinde yukarıya
kaldırdığı elinde bir haç tutmaktadır, Hıristiyanlığı kabul etmiş bir Macar da
ayaklarının dibinde diz çökmektedir. Olayların tam aksi yönde geliştiği bu
yerde sanki Aziz Gellert’in intikamı alınmaktadır. Heykelin gerisindeyse yarım
daire biçiminde bir revak vardır. Elizabet köprüsüne bakan Gellert Anıtı, özelikle
geceleri aydınlatıldığında çok etkileyici görünmektedir.
            Özgürlük Anıtı, önde gelen Macar heykeltıraşlarından
Zgismond Kisfaludi Stroble’nin kabiliyetli ellerinden çıkmış etkileyici bir
eserdir ayrıca keşfediliş hikâyesi de oldukça ilginçtir. Söylenceye göre, anıt
en başta Macar naibi Miklos Horthy’nin 1943’te doğu cephesinde kaybolan oğlu
Istvan’ın anısını yaşatmak üzere hazırlanmış ancak kentin Rus birliklerince kurtarılışının
ardından, Mareşal Klimient Woroszylow’un heykeli sanatçının atölyesinde
keşfetmesiyle bugünkü şekliyle yani Budapeşte’nin 1945’te Rus ordusu tarafından
kurtarılışı anısına kullanılmaya başlanmıştır. Anıtın ortasında, defne dalını
havaya kaldırmış bir kadın figürü vardır. Kaidesi üzerinde duran heykel
yaklaşık on dört metre yüksekliğindedir. Anıtın altında ilerlemeyi ve kötülükle
mücadeleyi temsil eden iki adet alegorik kompozisyon bulunmaktadır.
Rusların Budapeşte’ye gelişi
II. Dünya Savaşında Hitler’in zulmüne karşı bir kurtuluş olmakla birlikte
Sovyetler Birliği’nin baskıcı egemenliğinin de başlangıcı olmuştur. Nitekim
komünizmin çöküşünden sonra anıttaki Rus askeri figürü kaldırılmış, Rusların
savaş şehitlerinin adlarının sıralandığı levha da başka bir yere nakledilmiştir.     

BUDAPEŞTE, TARİHİ
BUDA BÖLGESİ

            Buda kenti Tuna’dan 60 m yükselen bir tepenin
üzerine kurulmuştur. 13. yüzyılda Matyas Kilisesi çevresinde gelişmeye
başlamıştır. Tepenin stratejik ve savunmaya elverişli konumu ve doğal
kaynaklarıyla eski çağlardaki yerleşimciler için cazip bir bölgeydi. 13.
yüzyılda Moğol istilasından sonra Kral Bela başkenti buraya taşımıştır. Bunun
üzerine de; bölgede büyük bir yerleşim süreci başlamıştır. Osmanlı
hâkimiyetiyle kale ve çevresi bir süre bakımsız kalmış ve Buda’nın
Osmanlılardan geri alınışı esnasında Hıristiyanlarca tahrip edilmiştir.
Habsburg hâkimiyetinde kent yeniden doğmuştur. II. Dünya Savaşı sonundaysa
Kraliyet Sarayına kadar yakılıp yıkılmıştır. Savaştan sonra yaralar sarılmış Eski
Buda yeniden inşa sürecine sokulmuş, eski cazibesine kavuşturulmuştur.
Bu bölgede mutlaka görülmesi
gereken yerler şunlardır: Buda Kalesi, Buda Sarayı, Matyas Kilisesi, Balıkçılar
Burcu, kale bölgesi içinde olmasa da Gül Baba Türbesi.

BUDAPEŞTE, BUDA
SARAYI (KALESİ)  

            Buda Sarayı, adından da anlaşıldığı gibi
Budapeşte’nin Buda tarafındadır. Bu sarayın tarihi çok eskilere dayanır. Buda
Sarayına, Kraliyet Sarayı ya da Buda Kalesi de denmektedir. Uzun geçmişi
boyunca pek çok defa yenilenmiştir. Savaşlar, istilalar, hanedan
değişiklikleri… Belki de başkentlerin kaderidir böylesine tahrip edilmek ve
küllerinin arasından anka kuşu misali yeniden doğmak.
İlk kaleyi, başkenti Buda’ya
taşıyan Kral Bela yaptırmıştır; ancak bu gün bu kaleyi tam olarak nereye
kurduğu bile bilinmemektedir. Yapılan araştırmalardan elde edilen bulgulara
binaen ilk sarayın Matyas Kilisesi yakınlarında olduğu tahmin edilmektedir.
Kutsal Roma İmparatoru Lüksemburglu Sigismund’un burada yaptırdığı gotik saray
bugünkü sarayın temelini oluşturmaktadır. Nitekim II. Dünya Savaşından sonra
kalenin yıkıntıları temizlenirken gotik sarayın kalıntılarına rastlanmıştır.
Bulunan surlar ve kral daireleri restorasyon esnasında korunmuştur.
Lüksemburglu Sigismund’un sarayından sonra 18. yüzyılda Avusturya- Macaristan
İmparatorluğunun hanedanı Habsburglar anıtsal saraylarını inşa ettirmişlerdir.
II. Dünya Savaşında tahrip edilen sarayda budur. Bugünkü saray; müze, kütüphane
ve tiyatro olarak kullanılmaktadır.
            Kraliyet Sarayının süslü girişi gerçekten görülmeye
değerdir. Girişin yanında efsanevi turul kuşunun bronz heykeli vardır.
Bu kuşun tılsımlı olduğuna ve sarayı koruduğuna inanılmaktadır.


Budapeşte’nin pek çok
yerinde Osmanlı İmparatorluğunun etkilerini görebilirsiniz. Şehrin yaklaşık yüz
elli yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kalmış olması bir Avrupalı için gurur
kırıcı bir durumdur; Osmanlı etkisini bu noktada da görülmektedir. Duyguların,
düşüncelerin en çarpıcı şekilde dışa vurumu olan sanatta da Osmanlı’ya karşı
öfkeyi görebiliyoruz. Nitekim “Soylu Prens Eugene Heykeli” Osmanlı savaşında
Macarlar için çok önemli bir dönüm noktası olan 1697 Zenta savaşında kazanılan
zaferin anısına Kubbeli binanın girişine dikilmiştir. Rölyefte savaştan
sahneler canlandırılmıştır. Heykelde ise iki Osmanlı esirinin prensin
ayaklarına sarılması temsil edilmiştir.  

BUDAPEŞTE, MATYAS KİLİSESİ

            Matyas kilisesi Buda Kale Bölgesinin kalbinde yer alır.
İsmini büyük Macar Kralı Matyas Corvinus’tan alır. Matyas kilisesinde taç giyme
törenleri gerçekleştirilirmiş bu nedenle “Taç Giydirme Kilisesi” olarak da
anılmaktadır. Ayrıca Kral Matyas’ın iki düğünü ve son Habsburg Kralı IV.
Charles’ın düğünü de bu kilisede yapılmıştır. Kilisenin yedi yüz yıllık bir
geçmişi vardır hatta Budapeşteliler için bir sembol, bir hatırlatıcı
görevindedir. Şehrin eski zenginliğini ve onlara göre trajik tarihini sembolize
eder. Trajikliği kilisenin uzun yıllar camiye çevrilmiş olmasından gelir.
Kilisenin mimarisine
baktığımızda gotik mimarisinin yoğun etkisini görürüz. Ancak mimarisini ilginç
kılan bir özelliği de güney cephesindeki sivri kuledir. Bina gotik
süslemelerinden arındırılsa adeta bir cami görünümü almaktadır. Nitekim
kilisenin tarihini incelediğimizde bu tespitimizin çok yerinde olduğunu görürüz.
Kanuni Sultan Süleyman dönemimde Budapeşte fethedilmiş Matyas Kilisesi de camiye
çevrilmiştir ve uzun süre -yaklaşık yüz elli yıl- (1541-1686) Ulu Cami adıyla
kullanılmıştır. Macar tarihçiler kilisenin cami olarak kullanıldığı bu
periyottan “kara dönem” olarak bahsederler. Kara dönem dedikleri bu zaman
diliminde kilisedeki Hıristiyanlıkla ilgili değerli eserler ve eşyaları
Bratislava’ya kaçırmışlardır. Matyas Kilisesi, Macaristan Osmanlı
egemenliğinden çıkınca tekrar kiliseye çevrilmiştir.
            Kilise bugün turistlerin yoğun ilgisini çekmektedir.
Gotik mimari tarzına iyi bir örnektir. Ancak bina yeni değildir. Sonradan gotik
tarza çevrilmiştir. 

BUDAPEŞTE, BALIKÇILAR BURCU

            Balıkçılar Burcu, Buda’nın eski
surlarının yerinde bulunmaktadır. Burası eskiden, balık pazarı olan bir ortaçağ
meydanıymış. Ortaçağ Avrupa’sında bir balık pazarının nasıl olduğunu tasavvur
etmek çok güç sayılmaz. Ama bugün burası çok hoş bir yerdir. Burcun mimari
üslubu neo-romanesktir. Balıkçılar Burcu, 1895 yılında Friges Schulek tarafından
Balıkçılar Loncası için yapılmıştır. Balıkçılar Burcundan romantik bir biçimde
Tuna ve Peşte’nin güzel manzarasını izlemek mümkündür. Hatta bir Macar’dan
öğrendiğimiz kadarıyla burası dudaklara ilk öpücüklerin konduğu bir yermiş.
Bura uzun süre Macar gençlerinin romantik buluşma noktası olmuş.
Bugün Balıkçılar burcu tamamen Kale
Tepesine kazandırdığı estetikle ön plana çıkmaktadır. Burcun önünde
Macaristan’a Hıristiyanlığı ilk getiren kral Aziz Istvan’ın heykeli
bulunmaktadır.


BUDAPEŞTE, İÇ ŞEHİR

            İç Şehir, Peşte’nin merkezidir. Ünlü
alışveriş merkezleri, kafeler, restoranlar, Büyük Şehir Belediyesi Meclis
Binası, İktisadi Bilimler Üniversitesi… hep bu taraftadır. Peşte, on yedinci
yüzyılın sonlarında oldukça harap, nüfusu da çok azalmış bir durumdaymış.
Sonraki yıllarda bugün şehrin ortasında kalan kasabaları oluşturan yeni
yerleşim yerleri kurulmuştur. On dokuzuncu yüzyılda imar projeleri kapsamında
içlerinde dükkân ve kafelerin de bulunduğu büyük binalar yapılmış. Bunların
içinde sayabileceğimiz başlıca binalar; Macar Ulusal Müzesi, New York Sarayı ve
Yeni Tiyatro’dur. Peşte’nin bugün bu kadar gelişmiş olmasında ve Buda’yı sanayi
ve ticaret alanlarında bu kadar geride bırakmasında Yahudi Mahallesinin bu
kısımda olmasının da büyük payı vardır. Yahudilerin başlıca etkinliği olan
ticaret bölgenin kalkınmasında gerçekten önemli bir rol oynamıştır.           

BUDAPEŞTE, VACİ
UTCA

            Vaci Utca, Budapeşte’nin en gözde
alışveriş mekânıdır. Vaci Utca’yı ülkemizin herhangi bir yeriyle
kıyaslayacaksak bu yer İstiklal Caddesi olmalıdır; çünkü İstiklal Caddesi,
İstanbul için nasılsa Vaci Utca’da Budapeşte için öyledir. Vaci Utca sadece
Budapeşte’nin değil Macaristan’ın en gözde alışveriş merkezidir. Kigyo (Yılan)
Sokağı tarafından ikiye ayrılan Vaci Utca’nın kuzey kesimi ile güney kesimi
birbirinden farklı karakteristikler gösterir. Kuzey kesimi trafiğe kapalıyken
güney kısmı açıktır. Vaci Utca’ya asıl ününü kazandıran caddenin trafiğe kapalı
kuzey kısmındır
Kuzey kesimi 18. yüzyılın başlarından
beri trafiğe kapalıdır; çok sevilen kafeleri, pastaneleri, restoranları ve
alışveriş merkezleriyle popüler bir yaya bölgesidir. Vaci Utca’da orijinal mücevher,
halı, antika, porselen, pipo, Fransız parfümü ve kumaş çeşitleri
bulabilirsiniz. Bu saydığımız ürünler herhalde Avrupa’ya gidip bakılmadan ve
alınmadan dönülemeyecekler listesinin ilk onundalardır.
Cadde üzerindeki binaların çoğu 19. ve
20. yüzyılın başından kalmadır. Bu tarihi binaların arasında modern, şık ve
lüks mağazalar vardır. Hatta cadde üzerindeki eczanelerin bile müzelere layık
ahşap mobilyaları vardır. 1905’ten günümüze değin Philantia çiçekçisi No:9’da
noe-klasik tarzdaki binasında hizmet vermektedir. Çiçekçinin kendisi ise
sezessionist üsluptadır. No:9 ayrıca Peşte Tiyatrosunun da yeridir.


BUDAPEŞTE, VÖRÖSMARTY
MEYDANI

            Vaci Utca’nın kuzey kesiminin
bitimindeki meydandır. Ünlü Macar vatanperver şair Mihaly Vörösmarty’nin soyadını
taşımaktadır. Meydanın ortasında şaire adanmış bir heykel vardır ve heykelin
üzerinde de Macar ulusundan isteğini ifade eden dizesi vardır: “Vatanın
Macaristan, hiç durmadan hizmet et.”  
Meydanın doğu tarafında Luxus Mağazası
yer alır.  Luxus Mağazası, 1911’de
yapılmış üç katlı bir binada hizmet vermektedir. Meydanın kuzey tarafında ise
kentin en ünlü pastanelerinden Gerbeaud Cukraszda vardır. Bu pastaneden,
Peşte’nin tarihi atmosferi içinde Vörösmarty meydanını izlerken bir yandan
enfes Dobos Tortanızı yiyebilirsiniz. Macarların bu nefis tortasının en altında
yumuşacık pandispanya keki, üzerinde katmanlar halinde kahveli krema ve en
üstünde ise karamelize edilmiş altın renkli şeker tabakası vardır. Dobos
Tortası dışında Gundel Palacsinta da spesialler arasındadır. Bu nefis tatlı yoğun
bademle doldurulmuş ve bol çikolatayla servis edilen harika bir kreptir.


BUDAPEŞTE, KAHRAMANLAR
MEYDANI

Budapeşte’nin en önemli meydanlarından biri
olan Kahramanlar Meydanı, Adrassy caddesinin bitiminde Şehir Parkındadır.
Budapeşte’nin iki önemli binası “Güzel Sanatlar Müzesi” ve “ Macar Ulusal
Müzesi”ne komşudur.
Kahramanlar Meydanı, 1896 yılında Macarların
bölgeye gelişinin 1000. yıl dönümü kutlamalarının açılışının yapıldığı yerdir.
Meydanın ortasında baş melek Cebrail’in heykeli vardır ve bu heykel 36 metre yüksekliğindeki
bir sütunun üstünde bulunmaktadır. Meydanın çevresi yine heykel grubu ile
donatılmıştır. Bu heykeller; yedi Macar kabilesini temsil eden yedi tane atlı
heykelden oluşmaktadır.
Macaristan’ın Binyıl Kutlamaları(1896),
Budapeşte’nin gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Ayrıca Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu tarihinde önemli bir noktayı belirlemiştir. Budapeşte o dönemde Avrupa
için bile çok da benzeri olmayan hızlı bir modernleşme süreci yaşamıştır.
Yüzlerce ev, saray, kamu binası yapılmış; şehrin aydınlatması geliştirilmiş –o
tarihlerde aydınlatma gazla idi- ve Avrupa kıtasının ilk yeraltı ulaşım sistemi
kullanıma açılmıştır. Bu gün Amerika Birleşik Devletleri teknoloji söz konusu
olduğunda en ön sırayı almaktadır. Ancak ABD henüz kendi içinde birliğini bile
tam olarak sağlayamamışken Macaristan’da yeraltı ulaşımına başlanmıştı.
 Komünizm
döneminde, Kahramanlar Meydanı’nda 1 Mayıs törenleri yapılırmış. Ancak
Kahramanlar Meydanını önemli kılan bir diğer olay 1989’da yaşanmıştır. 16
Haziran 1989’da 250000 kişilik bir kalabalık, 1958’de SSCB tarafından idam
edilen Macaristan başbakanı İmre Nagy’nin yeniden defnedilmesi esnasında bu
meydanda toplanmış ve defin töreni gerçekleştirilmiştir.    
          

BUDAPEŞTE, KAPLICALARI

            Budapeşte, şifalı yeraltı sularıyla önemli
bir sağlık turizmi merkezidir. Kaplıcaların tarihi çok eskilere dayanır. Ancak Macaristan’daki
ilk hamamlar Roma İmparatorluğu döneminde açılmış olmasına rağmen asıl hamam
kültürü Osmanlının Budapeşte’ye hâkim olduğu 16. ve 17. yüzyılda gelişmiştir.
Bugün Budapeşte’de iki adet Türk hamamı ve iki adet Türk kaplıcası vardır. Bu
hamamların isimleri: Rudas ve Kiraly; kaplıcalarınkiler ise Rac ve Csaszar’dır.
Bu kaplıca ve hamamların hepsi birer Türk şaheseridir.
Osmanlı Bölgedeki hâkimiyetini kaybedince
izleri kasıtlı bir şekilde ve hızla silinmeye başlandı. Osmanlının Budapeşte’de
yaptırdığı yirmi beş cami, kırk yedi mescit, on iki medrese, on altı mektep,
yedi tekke, iki hamam, sekiz kaplıca, dokuz han, bir saat kulesi ve bir
Bedesten’den günümüze sadece bazı izler kalmıştır. Bu izler de olmasa bir
zamanlar Osmanlı’nın bölgeye hâkim olduğunu söylemek neredeyse imkânsız olacak.
Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyeti altında yaşamayı sindiremeyen ve gurur
meselesi yapan Macar kralları, Osmanlı İmparatorluğu bölgedeki hâkimiyetini
kaybeder kaybetmez Osmanlının izlerini silme çalışmalarına başlamışlardır.
Yukarıda saydığımız onca yapıdan günümüze en sağlam şekilde gelenler Osmanlının
çok ileri tekniği ve özgün mimarisiyle yaptırdığı hamamları ve kaplıcalarıdır.
Hamamların korunmasının bir nedeni de dini birer yapı olmamalarıdır çünkü
Hıristiyan Macaristan’da ilk olarak dini yapılar yok edilmiştir. Tabi benzer
durum Osmanlı’nın Macaristan’ı fethi sırasında da yaşanmış, kiliseler camiye
çevrilmiştir.
Budapeşte’de tabi ki sadece Osmanlı
kaplıcaları yoktur. Osmanlı kaplıcaları dışında meşhur kaplıcalar: Gellert
Kaplıcası, Tuna Termal Otel Tesisleri, Aquincum Corinthia Oteli, Margit
Adasındaki Tuna Termal Oteli’dir.
Budapeşte’deki hamamlara bakacak
olursak Osmanlıdan kalma birer başyapıt olan Rudas ve Kiraly hamamlarını
incelemek ayrı bir keyif olacaktır.

BUDAPEŞTE, RUDAS HAMAMI

            Rudas Hamamı ilk orak 1950’de
yapılmıştır. 1566’da ise ünlü Osmanlı sadrazamlarından Sokullu Mehmet Paşa tarafından
yenilenmiş ve genişletilmiştir. Osmanlı hamamlarının en orijinal
özelliklerinden biri olan sekizgen havuz, Rudas Hamamında 16. yüzyıldan
günümüze özgünlüğünü kaybetmeden gelmiştir. Ayrıca bu havuzun çevresinde farklı
sıcaklıklarda dört küçük köşe havuzu vardır. Hamamın üstünü de, ışığın içeri
süzülmesine izin veren özel Osmanlı hamam kubbesi ile kapatılmıştır.
            Rudas Hamamı yalnızca erkeklere
olmak üzere haftanın yedi günü hizmet vermektedir.

BUDAPEŞTE
ÇEVRESİ

            Budapeşte’yi gezmeyi bitirmiş ve yahut
da zaten daha önce görmüşseniz çevresini merak edebilir gezecek alternatif mekânlar
arayabilirsiniz. İşte o zaman Budapeşte çevresinde birbirinden güzel yerler
sizleri bekliyor. Estergon, Visegrad, Sentendre Budapeşte’ye çok yakın, çok
şirin kasabalardır. Bu şirin kasabaları gezebilmeniz için çok güzel günübirlik
turlar var. Estergon, Budapeşte’ye altmış kilometre uzaklıkta bin yaşını geride
bırakmış küçük bir yerleşimdir. Bu kasabada Türk tarihinde büyük nam salmış
Estergon Kalesi bulunmaktadır. Türkiye’de pek çok yerde Estergon Kalesi adıyla
yapılmış yeni eserlerin ardından orijinalini merak etmemek pek de mümkün değil,
bu yüzden bu meşhur Estergon Kalesi de nasıl bir yermiş diyenler için kesinlikle
görülmesi gereken bir yer.
Visegrad’a
gelince, bu şirin kasaba Tuna kıyısında dünle ve bugünün harmanlanmış olduğu
çok şirin bir kasabadır. Menderesler çize çize akan Tuna’nın tam “u” çizdiği
noktada kurulmuştur.
Sentendere
ise yine Budapeşte’ye yirmi kilometre mesafede yemyeşil eski ve şirin bir
kasabadır. Burada el emeği göz nuru dediğimiz cinsten eşyalar satan düzinelerce
dükkân, alışveriş severleri beklemektedir.

ESTERGON
KALESİ

            Estergon kasabası, Budapeşte’ye
yaklaşık bir saat mesafededir. 973’te kurulmuş olan kasaba bin yılı geride
bırakmıştır. Burası Budapeşte’den önce krallığın merkeziymiş. Ülkenin ilk
başkenti olan Estergon, her yıl yaklaşık bir milyon turisti ağırlamaktadır. Hıristiyanlığı
kabul eden ilk Macar kralının vaftiz edildiği yer olması itibariyle
Hıristiyanlar için ayrıca özel bir yerdir. 
Pagan isyancı Koppany’nin idam edildiği yer de burasıdır. Eski çağların
vahşeti hepimizin aşina olduğu bir durum olmasına rağmen Estergon Kalesinin
surlarına bakarken isyancı Kopppany’nin parçalanan bedeninin bu duvarlardan
aşağı sarkıtıldığını düşünmek insanın tüylerini ürpertmektedir.
            Estergon kalesi, Osmanlı tarihinde
de önemli bir yere sahiptir. Kalenin fethi de savunması da türkülerimize,
destanlarımıza konu olmuştur. Hatta Estergon Kalesiyle ilgili aşağıdaki ünlü türküyü
Barış Manço bile seslendirmiştir:
Estergon kalası bre aman

Su başı duman

Amman amman

Akma Tuna

Akma bre şahin aman

Ben bir dertliyim

Yar peşinden aman da gezer koşar

Ben kara bahtlıyım

Türkülerimiz dışında destanlarımızda
da çok bahsi geçmektedir. Hepimizin aşinası olduğumuz meşhur Türk filmlerinde,
cesur Türk cengâverini canlandıran Cüneyt Arkın’ın başrolünü oynadığı “Estergon
Kalesi” filminin konusu Estergon Kalesi’nin savunmasıdır. Estergon Kalesini
gezerken ünlü cengâverimiz Cüneyt Arkın’ın bu duvarlardan nasıl atladığını tek
vuruşta kaç kişiyi devirdiğini de aklınıza getirirseniz belki de yüzünüze daha
büyük bir gülümseme yayılabilir, ne dersiniz? 
           

SENTENDRE

            Sentendre, Budapeşte’ye yaklaşık yirmi kilometre
uzaklıktadır. Bu küçük ve şirin kasaba, Türkiye’de her kafadan ayrı bir sesin
çıktığı ve kimsenin kimseyi dinlemediği ortamın aksine birlikte yaşayan
insanların kendi toplulukları hakkında nasıl aynı görüşü paylaşabileceğini ve
uyum içinde yaşayabileceğini gözler önüne seren bir tablo oluşturmaktadır.
            Kasabaya ulaşım oldukça kolaydır. Budapeşte çevresindeki
küçük kasabaları birleştiren banliyö treniyle Sentendre’ye rahat bir yolculukla
kısa sürede ulaşabilirsiniz.
Sentendre’de hemen hemen her
evin zemin katı dükkân olarak işletilmektedir. Ustaların elinden bin bir emekle
çıkmış hediyelik eşyalar yolunuzu gözleyen sevdikleriniz için seçilmeyi
bekliyor. Bizim Türkiye’de el emeği göz nuru dediğimiz cinsten eşyalar satan bu
renkli dükkânlardan alışveriş yaparken pazarlık yapmayı ihmal etmeyin çünkü hemen
hemen her turistik kasabada olduğu gibi fahiş fiyatlara rastlamak mümkün ama
Avrupa’nın diğer kasabalarının aksine pazarlık teklif etmek kabalık değil tabi
ki pazarlık esnasında nezaketinizi koruduğunuz sürece. Ayrıca yine bu
dükkânlarda hiç beklemediğiniz eşyaları hiç beklemediğiniz fiyatlara
alabilirsiniz tabi burada biraz da sizin şansınız devreye giriyor.
Karnınız acıktığında ise
kasabanın kendi gibi şirin lokantaları Macar ve dünya mutfağından lezzetlerle
sizlere hizmet vermeye can atıyor.  
Şöyle kısa ve keyifli bir kasaba turu
yapmak isterseniz ki mutlaka yapmanızı öneriyoruz kiliselerin önünden başlayarak
aşağı doğru taş sokaklarda beş dakikalık bir yürüyüşün ardından kendinizi rengârenk
süslenmiş faytonların yanında bulursunuz ve bu harikulade faytonlar yarım
saatlik neşeli bir kasaba turu için emrinize amadedir.

*** VİYANA ***

Türkiye’de Viyana denilince ilk akla gelen şanlı Osmanlı tarihi olur. Şanlı
tarihimizde Batı’nın “Magnificient” yani “Muhteşem” Süleyman dediği padişahımız
ve onun meydanların tozunu attırdığı zamanlardır. Öyle ki Mohaç muharebesinden
sonra Avrupa içlerine kadar ilerleyen Osmanlı ordusu, karşısında savaşacak ordu
bulamamıştır çünkü Osmanlının ileri savaş teknikleri öylesine nam salmıştır ki
hiçbir ordu karşısına çıkmaya cesaret edememiştir. Bu büyük başarılar
Osmanlının bile tahminlerinin ötesindedir. Başarısı karşısında kendisi bile
şaşkınlığa düşen Osmanlı ordusu ilerlemeye devam etmiş ve soluğu Viyana
kapısında almıştır.

II. Viyana kuşatması, birincisi kadar
memnuniyetle hatırladığımız bir tarihi vaka değildir. İki kuşatmada da Viyana
alınamamıştır ancak II. Viyana kuşatması önemli bir dönüm noktası olmuştur. Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa bu başarısızlığını başıyla ödemiştir. Kuşatmanın sonrasında
imzalanan Karlofça Antlaşması ise ilk büyük toprak kaybımız olmuştur. Hatta bu
kez İstanbul’da panik havası yaşanmış, İstanbul ahalisi sanki bu toprakları
vermesek devlet yıkılacakmış korkusuna kapılmıştır. Avrupalıysa Osmanlı’nın
yenilebileceğine kanaat getirmiş ve Osmanlıyı Balkanlardan atma fikri
canlanmıştır. Osmanlıya karşı korkusu azalan Viyanalılar bu kez Türk kültürünü
yakından incelemeye, yaşamlarına ve sanatlarına Türk öğelerini katmaya
başlamıştır. Siyasi alandaki başarısızlık kültürel etkileşime vesile olmuştur.
Şehre girdiğinizde Viyana’nın kendine
özgü o mistik, birazda kasvetli havası insanın tüm benliğini sarmaya başlar. Arnavut
kaldırımlı taşlardan yürürken, tarihin kokusu başınızı döndürüp, her an
karşınıza soylu dükler, baronlar, kabarık etekli baronezler çıkacakmış hissine
kapılırsınız.

Viyana, çeşitli isimlerle anılan tam 23
bölgeden oluşuyor. Şehrin tam merkezi, 1.Viyana –InnereStad-, Franz Joseph’in
yaptırdığı çevre yolu ‘Ring’ diye adlandırılmış yolla çevreleniyor. Sol
tarafınızda 1869’da Mozart’ın Don Juan’nıyla açılan muhteşem Opera Binası
yükselmektedir. Opera binası Ring meydanında tamamlanan ilk bina olma
özelliğini taşıyor, fakat ikinci dünya savaşında aldığı hasar nedeniyle tekrar
onarılmak zorunda kalmıştır. Opera; yılın her son perşembesinde düzenlenen
dünyaca ünlü balo karnavalı ile Viyana’ya göz kamaştırıcı bin bir ışık katıyor.


Viyana, tarihî eserleriyle, büyük
meydanlarıyla, mükemmel parklarıyla, temiz caddeleriyle ve şehri yer yer
süsleyen çiçek alanlarıyla insanı ürperten bir güzelliğe sahip! Viyana’nın iki
büyük caddesi üzerinde, bazen yüz yıllık, bazen iki yüz elli-üç yüz yıllık bir
yüzle yükselen binalar, İstanbul’daki bütün tarihî eserlerin sayısı kadar.
Şehirde iki- üç gökdelenden başka yüksek bina yok. Evler en çok altı-yedi
katlı. Mülk sahipleri evlerinin ön ve arka cephelerini korumak şartıyla, ancak
iç plânlarında değişiklik yapmak hakkına sahip. Kısacası Viyana'nın kendisi
yaşayan bir tarih. Ben de bu turda rehberlik yaparken “Kansav sen en çok hangi
şehri seviyorsun ?” diye soranlara… Viyana yaşamak isteyeceğim bir şehir
cevabını veriyorum.
Viyana yaşam tarzı itibarıyla da çok
özel bir şehirdir. Şehirde nostalji ve kibarlık rüzgarları esiyor. Bu yüzden Viyana’da
gezmek, görmek, yemek, içmek ayrı birer keyiftir. Örneğin şinitzel, kahve ve
kek dendiğinde akla gelen ilk şehirdir. Dünyanın pek çok yerinde
rastlayabileceğiniz ve hemen hemen herkesin damak tadına çok rahat uyabilen bu
üç tadın Viyana'da neden bu kadar güzel ve özel yapıldığı düşündürüyor insanı. Bazı
özel restoranların şinitzelden başka bir şey satmamaları, şinitzelin tadına tat
katmanın yeni yolarını bulmalarını sağlamaz mı? Belki de şinitzelin içine
katmış oldukları hardal ve Hindistan cevizindedir sır. Kahveye gelince; kahveyi
özel yapan, içine konulan malzemeden çok yapımında kahvenin kıvamının ve
karışımının nasıl ayarlanacağını bilmektir.
            Yukarıda genel özellikleriyle
tanıttığımız Viyana, tarihi ve turistik yapılar bakımından oldukça zengindir.
Şehri daha iyi gezebilmek için Budapeşte kısmında olduğu gibi bölümlere ayırmak
şehri tanımamızı çok daha kolaylaştıracaktır.
Ring – halka manasına gelir-
caddesinin içinde kalan bölgeye İnnerestad yani İç Kent denir. İç Kent iki
bölgeden oluşur: Stephansdom ve Hofburg. Viyana’yı gezmeye buralardan başlamak
gerekir çünkü kentin tarihi burada nefes alıp vermektedir.

VİYANA,
STEPHANSDOM SEMTİ

Stephansdom
semti adını sekiz yüz yıllık St. Stephen Katedrali’nden alır. Bu bölgenin
dolambaçlı sokaklarında ve buram buram tarih kokan meydanlarında dolaşırken
şehrin büyüleyici atmosferine kapılırsınız. Şehrin tarihi öyle eskilere dayanır
ki sekiz yüz yıllık kilise sizi yanıltmasın. İkinci dünya savaşından sonra
yapılan kazılar sonucu iki bin yıl öncesinden kalma bir Roma garnizonu ortaya
çıkartılmıştır. Ruprechtskirche’nin Romanesk kemerlerinden Stephan-platz’daki
görkemli Haas Haus’un çelik camlarına kadar insanlık tarihinin geçirdiği her
çağı burada görebilirsiniz.

VİYANA, STEPHANSDOM

Avusturya’nın başkenti Viyana pek
çok tarihi anıtla süslüdür. Bunlar içinde en çok dikkati çekenlerden biri
Saint-Stephen katedralidir. Şehrin iç bölümünde yer alan bu katedrale Avusturyalılar
Stephansdom derler.
Birçok defa tahribat gören, ama
her seferinde aslına çok uygun şekilde tamir edilen ünlü Saint-Stephen
katedrali 137 metre
yüksekliğindeki kulesiyle gotik mimarinin en muhteşem örneklerinden biridir. Avusturya’nın en büyük katedrali olma özelliğini
taşıyan Stephandom’un kulelerinden bir tanesi Osmanlının Viyana’yı kuşatması
sırasında yıkılmış. Yıkılan kısım tamir edilmiş fakat diğer kule kadar büyük
yapılmamıştır. İçerisinde kuşatma zamanından kalma bir top hala duvarda
durmaktadır.Bu yüksek kulenin tepesinden şehrin bütünü ve epey uzaklara kadar
kırlar ve köyler görülür. Napoleon’un askerleri bu kuleyi gözetleme yeri olarak
kullanmışlardır.
Kilisenin orta kapısına dev
kapısı denir. Buna sebep inşaat sırasında burada çok iri bir baldır kemiğinin
bulunmuş olmasıdır. Baldır kemiği bu uzunlukta olan bir insanın boyu
hesaplandığında ortaya çıkan sonuç gerçekten devasadır. Kemik uzun zaman kapının
kanadı üzerinde asılı kalmıştır ama esrarengiz dev adam efsanesi yıkıldıktan,
yani kemiğin insana değil tarih öncesi devirlerde yaşamış bir mamuta ait olduğu
anlaşıldıktan sonra kemik yerinden kaldırılmıştır.

Bugün, Stephansdom katedrali heybetli ve ihtişamlı görünümüyle ziyaretçileri
hayran bırakmaktadır.
Katedralin etrafını dolaştığınızda bir köşede
göreceğiniz bir heykel dikkatinizi çeker. Burada yerde yatan bir insan ve üzerinde
onu yere sermiş biri vardır. Yerde yatan kafası kel ve kafasının tam ortasında
uzun kuyruğu olan insanın elindeki bayrağın topuzunda bulunan hilal bu kişinin
Osmanlı askeri olduğuna işaret eder. Osmanlının Viyana önlerine kadar gelişini
ve aylar süren kuşatmada şehre saldığı korkuyu unutmamış olan Viyanalı bu
heykelle zedelenen gururunu tamir etmektedir.


VİYANA, Hundertwasser Evi
Viyana’da
turistlerin en çok ilgisini çeken yerlerden biri de Hunderwasserhaus yani
Hundertwasser Evi’dir. Bu ilginç apartmanın mimarı, Avusturyalı sanatçı
Friendensreich Hundertwasser’dir. Eser adını mimarının soyadından alır.
“Hundertwasser”’ın kelime anlamı “yüz sular”dır. Bu nedenle bu yapı Yüz Sular
Evi olarak da anılmaktadır ancak doğrusu mimarın soyadı yani özel ad olduğu
için tercüme etmeden olduğu gibi kullanmaktır.
Hundertwasser
Evi’nin tam adresi Landstrasse (Land Caddesi), Kegelgasse (Kegel sokağı)
No:34-38 arasıdır. Birçok ilginç unsurla bezeli bu sanat evi Viyana
Belediye’sinin 1983-1986 yıllarında yaptığı belediye evinden farklıdır.
Tekdüzeliğe, sanat değeri ve özgünlüğü olmayan mimariye isyanı sembolize eden
bu yapının hiçbir yerinde düz öğe kullanılmamıştır. Viyana’nın turistik yerleri
dendiğinde sık sık karşılaştığınız fotoğraflarda da gördüğünüz gibi dış yüzeyi
rengârenktir. Bir apartmanda pek de düşünülemeyecek ilginç kubbesi yapıyı çok
ilginç kılmaktadır.



Friedensreich
Hundertwasser sanatının özgünlüğünü şöyle açıklamıştır: "Ressam özgür
olmak istediği evler ve mimariler hayal eder ve bunları da
gerçekleştirir."
Her güzel olan
yapıtta olduğu gibi bu binanın da kullanılmış olan yumuşak malzemelerden dolayı
geniş ve büyük paralar isteyen tadilata ihtiyacı vardır. Bu yönde belediye
tarafından çalışmalar sürmektedir.
VİYANA, Schönbrunn
Sarayı

Viyana’da en çok ziyaret edilen
yerlerden biridir, Schönbrunn Sarayı. İçeri girmeden önce bilet alırsınız ve
aldığınız bilette içeri girebileceğiniz saat yazar. Giriş sırasının size gelmesi
için birkaç saat beklemeniz gerekebilir. Ancak bu bekleyiş öyle kuru kuru bir
bekleyiş olmaz. O arada, sarayın bahçelerini gezebilirsiniz. Mevsim baharsa,
bir çiçek bayramına tanık olacaksınız.


Maria Theresia döneminde
saray, en parlak dönemini yaşamıştır. Maria Theresia, Avusturya’nın en ünlü
kadın hükümdarlarındandır. Ayrıca Fransa’ya gelin giden kızı “ekmek
bulamıyorlarsa pasta yesinler” lafı ile dünya çapında ancak pek de hoş olmayan
bir üne kavuşmuştur. Avusturya prensesi ve Fransa kraliçesi olan Maria Antonia’nın sonu ise maalesef giyotin
olmuştur.
Saraydan
bahsetmeye devam edecek olursak; sarayın ana binasının arkasında uzanan dev bir
bahçesi vardır. Bu bahçeye usta ellerden çıkma heykeller ustaca
yerleştirilmiştir. Bu heykeller kışın korunmak için sarıp sarmalanır ne de olsa
üzerlerinde ya hiç giysi yoktur ya da yazlık giysilere bürünmüşlerdir.

Odalardan biri de Napolyon Viyana’dayken oğlu tarafından kullanılmış. Ancak
odanın hüzünlü bir yanı var çünkü Napolyon’un oğlu buradayken hastalanmış ve
iyileşemeyerek hayata gözlerini bu oda da yummuş.
Saraya karşıdan
bakıldığında, birinci kata gelen yerin tam ortasında büyük bir galeri var,
oldukça ihtişamlı bu oda da ikinci dünya savaşı sırasında Viyana’ya atılan
bombalardan payına düşeni almış. Saraya gelen bir bomba çatı katını delip
binanın içine düşmüş patlamamasına rağmen bütün tavan resimlerini dökmüş. Şu an
sarayda sergilenen saray resimleri orijinallerinin aynısı ancak savaştan sonra
yapılmış.
Sarayın
bahçesindeki çiçekler için sol tarafta geniş bir sera var. Çiçekler tamamen
açıp renklerini alınca bir anda bütün bahçeye yerleştiriliyorlar. Ortaya
muhteşem bir görüntü çıkıyor. Anlayacağınız Schönbrunn Sarayı yazın da kışın da
çok güzel.
Arka bahçenin
sonunda, tepede Gloriette şeklinde kışlık bahçe "evi" var, zamanında
burada konserler verilirmiş. Şu an içinde güzel bir kafe var, sarayı yukardan
gören manzarası ile çok hoş zaman geçirebileceğiniz bir mekân ve özellikle
"Sisi kahvaltisi" ile oldukça talep görüyor. Sisi daha önce de
bahsettiğimiz gibi Avusturya’nın yapılmış en büyük reklamıdır. Sisi, Schönbrunn
Sarayı’nda çok fazla bulunmamış olmasına rağmen burada da ön plana çıkıyor.

tan bir güzellik hastası olan Sisi’nin Schönbrunn Sarayı’nda da sabah sporu
için kullandığı spor aletleri var. Sisi’yle ilgili başka bir söylenti de şöyle:
Sisi’nin sabah kalkıp meşhur ihtişamına kavuşması dört saat sürüyormuş.

Schönbrunn Sarayı’nın bir diğer meşhur yanı ise Hayvanat Bahçesidir. 1752’de
kurulmuş olan bu yer dünyanın en eski hayvanat bahçesidir. Eğer sarayı gezmeye
gelip de, buraya bir- iki saat ayırmazsanız gerçekten yazık olur. Hele son
eklenen yağmur ormanı, sulatı tüneli, fil evi ile iyice güzelleşmiş vaziyette.
Belli saatlerde, hayvanların beslenmelerini izlemek de mümkün, bunlar içinde
fok balıkları en rağbet göreni.

Gün geçtikçe pek
çok hayvanın sayısı azalıyor kimilerininse nesli tükeniyor. Schönbrunn Hayvanat
bahçesinde korumaya alınmış değerli hayvanların doğum yapması şehirde büyük bir
sevinç yaratıyor. Bu tür haberler reklam panoları yardımı ile Viyanalılara
duyuruluyor ve ilgilenenler de doğumu izleyebiliyorlar. Viyana gerçekten hayvan
sevgisi sahibi insanlarla dolu bir şehirdir.
Hayvanat
bahçesinde gece turları da var, gece aktif hayvanları görmek için, özel
dürbünlerle de dolaşabiliyorsunuz.

Saray arazisi içinde ayrıca "wagenburg
"denilen faytonlar, ulaşım araçlarının olduğu bir müze ve dev bir
"Palmenahus" adi verilen bir sera, kelebek bahçesi son olarak da
tiyatro vardır. Ancak özellikle kelebek bahçesi çok etkileyicidir. Yüzlerce
kelebeğin; mavi, sarı, kırmızı, mor, yeşil kanatlarıyla çevrenizde uçtuğunu,
elinize konduğunu ve kendilerini Viyana’nın vals müziğine uydurup dans ettiğini
düşünebiliyor musunuz?
*** PRAG
***


            Prag, konumu itibariyle ticari
yolların kavşak noktasında olduğundan tarih boyunca yabancıların ilgisini
çekmiştir. Ayrıca Prag tarihinde rol oynayan 3 büyük hanedanlık ise:
Premysller, Lüksemburglar ve Habsburglardır.
             Prag tarihinde önemli bir rol oynayan Vltava
Nehri ve Vadisi civarına, ilk olarak İ.Ö. 500’de Keltler, 9. – 6. y.y.’da Markomanlar,
İ.S. 500 civarında da Slav Kabileleri yerleşmiştir. İ.S. 800’lerde ise
Premysller’in hakimiyetiyle günümüzde de yansımalarının görüldüğü Prag şehrinin
temelleri oluşmuştur. Premysller’in kurucusu Prenses Libuse ilk kadın hükümdar
olup 400 yıl hüküm süren bir hanedanlık kurmuştur.

Çek Devleti’nin kuruluşunda büyük rol
oynayan ve bu dönemde Aziz Vitus Rotondası’nı yaptıran Prens Vaclav da Prag tarihinin
önemli isimlerindendir. Aziz Vitus Rotondası, Vaclav’ın ölümüyle hac merkezine
dönüşmüştür.
            9. y.y.’dan itibaren önemi artan
Prag Kalesi, zamanla değişime uğrayarak taş yapılardan oluşan, içinde bir beyaz
bir de siyah kulenin bulunduğu, Aziz George Manastırı ve Bazilikası ile Prensin
Sarayı’nın yer aldığı Romansek bir kale haline dönüşmüştür. Kale’nin dış
duvarının etrafındaki Küçük Mahalle, Eski Şehir’e Judith Köprüsü ile bağlı olup
tüccarlar ve zanaatkarların meskenidir. Romanesk Dönem’in en iyi izleri Aziz
George Bazilikası ve Aziz Martin Rotondası’nda görülmektedir.
            Ortaçağın sonlarına doğru en
görkemli günlerini yaşamaya başlayan Prag şehri, Roma İmparatoru IV. Karl
döneminde pek çok değişime uğramıştır. Bu dönemde Karlova Üniversite’si
kurulmuş, Judith Köprüsü’nün yerine yeni bir köprü inşa edilmiş, Yeni Şehir
semti kurulmuş, Prag Kalesi yenilenmiş ve Gotik tarzda pek çok kilise ve
manastır yapılmıştır. Bu dönemde inşa edilen Gotik yapılar arasında Aziz Vitus
Katedrali, Karel Köprüsü, Eski-Yeni Sinagog, Karlova ve Tyn Kilisesi’ni
sayabiliriz.                        
            Çek soylularının 1619 yılında
Bohemya Kralı II. Ferdinand’ı tahttan indirip yerine V. Fredrich’i atamaları
Beyaz Dağ Savaşı’na ve Katolik olmayanlara yapılan zulüm dönemi ile
Almanlaştırma çalışmalarına sebep olmuştur.
            19. y.y. Prag tarihinin en başarılı dönemlerinden
biridir. Bu dönemde Çek halkı Avusturya idaresindeki boşluklardan yararlanarak
kendi kültürünü tanıma çabasına girmiştir. Bu dönemde Çek dili tekrar canlanmış
ve Ulusal Tiyatro tekrar açılmıştır. Ayrıca Yahudi Mahallesi ve Yeni Şehir
yeniden inşa edilmiş ve taşımacılıkta atılımlar yapılmıştır. Bu dönemin
izlerini en iyi yansıtan yapılar arasında Ulusal Müze, Belediye Sarayı, Rudolfinum
ve Ulusal Tiyatro’yu sayabiliriz.

            2. Dünya Savaşı sırasında fazla zarar
görmeyen Prag, bu dönemde Nazi baskılarından kurtularak sosyalist bir devlet
olmuştur. Ancak bu durum ülkeyi karıştıran Kadife Devrim’e yol açmıştır. Uzun
süre iç isyanlarla boğuşan Prag, günümüzde Çek Cumhuriyeti’nin başkenti olup
Avrupa Birliği üyesidir.


GÜNÜMÜZDE PRAG ŞEHRİ


1993 yılında Avrupa Kıtası’nın
ortasında kurulan Çek Cumhuriyeti’nin başkenti ve Bohemya Bölgesi’nin merkezi
olan Prag, yaklaşık 500km² yüzölçümüne ve 1 milyondan fazla nüfusa sahiptir.
Beş eski semtten meydana gelen
Prag’ın ortasından ise Vitava Nehri geçmektedir. Bu semtler; Eski Şehir, Yahudi
Mahallesi, Prag Kalesi ve Hradcany, Küçük Mahalle ve Yeni Şehirdir. Şehrin bazı kısımları uzun yıllar su baskınlarının etkisi altında kaldığından
bazı yerler şehrin 2 metre
altına gömülerek yapılmıştır. Ayrıca nehir üzerine sekiz baraj, bir
kanal ve pek çok su benti yapılarak gemilerin nehre girişi kolaylaştırılmıştır.


PRAG, ESKİ ŞEHİR SEMTİ:
Prag’ın merkezinde yer alan bu semt
pek çok sokaktan oluşmaktadır. 1338 yılında Belediye Sarayı’nın ardından da
Calm-Gallas gibi yapıların inşa edilmesiyle önemi artmıştır. Günümüzde bu
semtin meydanı trafiğe kapalıdır. Bu özelliğinden dolayı yaz aylarında semt
meydanı ve bazı sokaklardaki kafelerin masaları dışarıda yer alır.

            Şehirde bulunan yapılardan ilki: 11.
yüzyıldan beri burada olduğu tahmin edilen Barut
Kapısı
’dır. Bu yapı barut depolamak amacıyla yapıldığı için adını buradan
almıştır. Önceleri şehrin 13 girişinden biri olan yapı Kral II. Vladislav
tarafından 1475 yılında kralın tahta çıkışını kutlamak üzere yeniden
yapılanmıştır. Ancak kral isyanlarla başa çıkamayıp şehirden kaçınca yapılanma
çalışmaları durmuştur.

            Eski Kraliyet Sarayı’nın yerine inşa
edilen Belediye Sarayı binası da
Eski Şehir semtinin önemli yapılarındandır. 1900’lü yıllara kadar bakımsız ve
köhne olan bina, bu tarihten sonra yıkılarak yerine günümüzde kullanılan kültür
merkezi yapılmıştır. İçerisinde konser salonu ve Smetana Salonu bulunan yapının
içinde ayrıca pek çok küçük salon, büro ve kafe ile restoranlar bulunmaktadır.

            Adını örgü biçimli ekmeklerden alan
ve Prag’ın eski sokaklarından biri olan Celetna
Sokağı
, bir zamanlar kralların taç giyme törenlerine ev sahipliği
yapmıştır. Hem romanesk hem gotik ama ağırlıklı olarak barok yapılardan oluşan
bu sokaktaki önemli yapılardan biri Siyah Madonna Evi’dir. Bu Ev, resim, heykel,
mimari tasarım vb. gibi çeşitli koleksiyonlara sahiptir. İşte bu sokak sizi
Eski Şehri Meydanı’na götürecektir. Prag’da
rehberlik yaparken “Kansav, Prag’da nerede oturup bir kahve içelim ?” diye
soranlara… Eski Şehir Meydanında hem gündüz, hem de gece, sokaktaki canlılık ve
insanların enerji yoğunluğunun, dünyada eşi benzeri olmayan bir güzellikte
olduğu.. cevabını veriyorum.  

            Prag’ta Eski Şehir Meydanında önemli
yapılardan biri olan Tyn Kilisesi, 1365
yılında Gotik tarzda inşa edilen bu kilisenin en önemli özelliği 15-16.
yüzyıllar arasında reform hareketlerine ve adını dini lider Jan Hus’tan alan
Husçu akımlara öncülük etmesiydi. Eskiden Kilisenin ön kısmında bu mezhebin
sembolü olan kadeh ancak 1621 yılın da bu heykel eritilerek yerini Madonna
heykeline bırakmıştır. Kilise’in kuzeyinde İsa’nın çilesini tasvir eden bir taç
kapı içinde ise Çarmıha Geriliş sahnesini tasvir eden heykeller vardır.
Kilisenin arja tarafında da yine çeşitli mimari unsurların yer aldığı Tyn
Avlusu vardır.


            Prag tarihinde önemli bir yer edinen
Jan Hus Anıtı, 1915 yılında reformcu
ama sapkın ilan edilerek kazıkta yakılan din adamı Jan Hus anısına yapılmıştır.
Bu anıtta hem Husçu savaşçılar hem Protestanlar hem de genç bir anne figürü yer
almaktadır. Bu figürlerde anlatılmak istenen duygu, inançlarından vazgeçmek
yerine ölmeyi tercih eden insanların ahlak anlayışıdır.
            12. yüzyıl ile 14. yüzyıllar
arasında önemli bir toplantı merkezi olan Aziz
Niklaus Kilisesi
’nin, günümüzdeki hali 1735’te tamamlanmıştır. 1781 yılında
II. Joseph sosyal faaliyetler için kullanılmayan kiliseleri kapatınca Aziz
Niklaus Kilisesi de geniş çapta talan edilmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında
yeniden restore edilen Kilisenin kubbesine Aziz Niklaus ile Aziz Benedict’in
freskleri yerleştirilmiştir.  I. Dünya
Savaşı’ndan sonra Çekoslovak Husçu Kilisesi’ne devredilen yapı günümzde konser
alanı olarak da kullanılmaktadır.

            Eski şehir Meydanında bilinen ilk
saati 1490 yılında Jan Z Ruze isimli bir usta tarafından yapılmıştır. Hatta
ustanın bu saati başka bir yerde yapmasını önlemek için kör edildiği bile
söylenmektedir. Saatin son halini ise 1552-72 yılları arasında Jan Taborsky
vermiştir. Orloj isimli bu saatin en önemli özelliği her saat başı çaldığında
12 Havarinin Geçit Töreninin sergilenmesidir. Pek çok turistin oldukça ilgisini
çöken bu tören; saatin solunda bulunan ve ölümü simgeleyen iskeletin sağ elinde
tuttuğu ipi çekmesiyle başlar. Aynı anda sol elinde çevirdiği kum saati devreye
girer ve ardından pencere açılarak Aziz Paulus ve 11 Havarisi Aziz Petrus ile
bir daire çizerek sağdan sola dönerler. Ardından bir horoz öter ve çan çalar.
Ayrıca bu figürler arasında bir Osmanlı, aynada kendine bakan kibir ve
açgözlülüğün simgeleri de vardır. Burada işlevsel olarak asıl saat ise
Astronomi Saati’dir. Saatte Dünya evrenin merkezine yerleştirilmiştir ve ay ile
güneşin dünya etrafındaki dönüşleri resmedilmiştir. Saat üzerindeki ibre 3
farklı zamanı göstermektedir. Bunlardan ilki; yani dış halka Ortaçağ Arap
rakamlarından oluşur ve 24 saatlik eski Bohemya zamanını ölçer. Bir diğer halka
ise Roma rakamlarından oluşan saati gösterir. Saatin ortasındaki mavi kısım ise
gündüzü temsil eder ve 12 bölümden oluşur.

SON NOT:

Tempo Tur ile 2004 yılından beri, her yıl defalarca gittiğim Budapeşte, Viyana,
Prag şehirlerine hala doyamadım. Her gittiğimde daha büyük heyecan ile gezdiğim
bu şehirler, sokak sokak keşfedilmeyi değer. Dünyanın birçok ülkesini gezmeme
rağmen, hem mimarisi, hem insanları, hem de doğal güzellikleri ile Budapeşte,
Viyana ve Prag şehirleri beni dünyada en çok etkileyen yerlerin başında
gelmektedirler.

Bu şehirleri gezmeyi hayal eden herkesin, benim gibi hayallerine dokunması
dileklerimle…

Kansav Arslan

“Budapeşte gezilecek yerler”

“Prag gezilecek yerler”

“Viyana gezilecek yerler”

“Budapeşte Viyana Prag gezi notları”

“Budapeşte Viyana Prag blog”

Tempo Tur fotoğraf albümünü görmek için tıklayınız:
http://tempoalbum.blogspot.com.tr/p/budapeste-viyana-prag.html

FOTOĞRAFLAR:
































               
           










Kaynakça: 
http://kansavgeziyor.blogspot.com/p/orta-avrupa-turu-gezi-yazs.html
Ülke: 
Kıta: